12.31.2010

haftaya bugün


 Arkadaşın kınasına bir hafta kalmış bulunmakta. Benim de görevim, omuzlarımda ağırlığını hissettirmeye başladı. Hala kıyafet almadım ama beni bundan fazla kınanın müzikleri sıkacak gibi gözüküyor. İnternetten müzik indirmeye başladım, kafam şişti zurnalı müziklerden. Ayrıca normalde müzik indirmeyen ben, bu kına sebebiyle iyice hakka girmiş oldum. Günahı gelinin boynuna diyerek işin işinden çıkmayı düşünüyorum. Ayrıca merak edilmesin her gün bu geri sayımı yapmayacağım. Şuan şarkı aramaktayım pc başında, canım yazmak istedi

12.30.2010

oyuncak hikayesi 3

En beğendiğim animasyon serisiydi oyuncak hikayesi. Üçüncüsünü izlemeyi kasten geciktiriyordum, ilk ikisinin yerini tutamayacağına dair bi önyargı barındırdığımdandı şüphesiz ama bu şüphemin haklı sebebi vardı. Yeni animasyonlar ne kadar eğlendirse de ya da şimdikiler mesaj içermeye de başladı herneyse ben eskilerin tadı başka olduğunun savunanlardanım. Belkide çocuk aklıyla kaç kere izlediğimi dahi hatırlamadığım animasyonları çocukluğun verdiği hazla o tadı aldım, o tadı abarttım şimdi de kimseyi o noktaya ulaştırmıyorum. Bilemeyeceğim...
Serinin bu halkasında Andy tipik genç olmuş, oyuncakları bir kenara atıp, pc başında ömrünü heba etmektedir. Bir kaç gün içerisinde üniversiteye başlayacağı için evden ayrılacak odası da kardeşine kalacaktır ve odayı toplaması gerekir. İşte bu sırada oyuncaklar gündeme gelir. Woody hariç diğerlerinin akıbeti tavan arasıdır, oyuncaklar buna da razıdır zaten ama annesinin çöp poşetine konan oyuncakları tavan arasına konulacağından haberi olmadığından onları da çöpe atar. Oyuncaklar daha sonra kreşe gidecek kutuya kendilerine atmayı becerirler. Kreş bir oyuncağın sahibinden beklediği tüm ilgiyi alabileceği bir yer gibi durur, tabii eğer 3-4 yaşlarında oyuncakla nasıl oynandığını bilmeyen çocukların eline düşmezlerse. Falan filan... Kreşte diktatör bir pembe ayıcığın hüküm sürmesinin anlaşılmasıyla bizim oyuncakların kaçış hikayeleri bölümün konusu.Tabii bir de aile/grup kavramı burada değer kazanıyor.
Çok eğlenceli bir bölüm olmuş. Özellikle tüketim toplumunun icadı olan ve milyonlarca benzeri olan barbie'ye verilen rol komik bir gönderme olmuş. Bir barbie'nin bu kadar davasına sarılacağı kimin aklına gelirdi? Hele kız oyuncağı olan adamla yaşadığı ilişki insanın yanak kaslarını ağrıtan cinsten.
Tabii bir de buzz'ın ispanyola dönmesi,o mimikleri, senorita'ya karşı giriştiği centilmenlikler çok komik.
Yalnız sindiremediğim bir şey var ki Andy'nin, bu oyuncakları başka bir çocuğa vermesi. Bunu nasıl yapabilir? Onlar onun için ne zorluklara katlanmışlardı, tavan arasnda kalsalar daha mutlu olacaktım açkçası. İşin kötüsü çocukluğumdan hiçbir oyuncağım bugüne ulaşmadığından konunun üzerinde duramıyorum, kendimi suçlu hisssediyorum. Yoksa buradan Andy'e açık mektup yazardım!


çınar devrildi

İki sezon önce yapılması gereken şükür bu akşam oldu ve ekran bir diziden daha temizlendi. Ali Rıza bey'in bu bahar son baharımız olacak diye fragmanda seslendirme yapmasına aldırmayan senaristler de tıpkı evlatları gibi Ali Rıza bey'i dinlemediler ve diziyi  uzatabildikleri kadar uzatmaya çalıştılar (dikkat edelim becerdiler demiyorum) .
Finallerde herkesi evlendirme, çolukçocuğa karıştırma gibi kısır bir senaryoyu baştan yazan senaristler bu sefer farklı bir oyun seçmişler. Ali Rıza Bey amca 5 sezondur gün yüzü görmedi, tam göreceği günde öldü. Kaderin cilvesi bu olsa gerek.
Diziyi uzun zamandır izlemesemde olanlardan haberdardım. Zira benim gözümde çoktan bitmişti dizi, ama finnal bölümü izleme gereği hissettim. Tıpkı aşk-ı memnu'yu hiç izlemesem de final bölümünü izlediğim gibi. Zaten türk dizilerinin(çoğunun) ilk 2-3 son 2-3 bölümünü izlesen arada kaçırdığına yanacak hiçbir şey olmuyor.Zaten son bölümler flashbacklerle geçiyor.
Konuya rücu edecek olursak, bir final bölümü olarak çok basitti. Biz,senaristler tarafından alıştırılmışız hiç açık bırakmadan herşeyin bize gösterilmesine.Ferhunde-Ali nereye gidecek? Ferhundenin son fitne tohumu işe yaradı mı? Tahsin'in kızı ile flörtü ne olacak? tarzında aslında hiç de merak etmediğim sorular çıkartabilirim.
Uff daha fazla uzatmak istemiyorum. 5 sezon uzata uzata ne hale soktukları dizi ellerinde kalmış son bölümde de. Tıpkı arkadaşın babasının dediği gibi "İncecik kitabı nasıl bu kadar uzattılar anlamıyorum".
Ama toygar Işıklı'ya değinmemişim,ayıp olur. Dizi için bestelediği her müziği son bölüme sıkıştırma gibi saçma bi hırsa mı bürünmüş de durmadan o müzikten bu müziğe atlıyotdu anlamadım.Tamam hepsinden ayrı zevk alıyoruz da art arda dayatılması bünyeyi zorluyor.

12.27.2010

ah şu küçükler!

Şu evlenecek olan arkadaşımın yedi yaşında bir kardeşi var ki evlilik mevzuunu henüz anlamlandıramayan gruba giriyor. bir kaç komik diyalog doğuyor tabii bu durumda.
Söz akşamı biraz huysuzlaşmaya başlayınca biz de hafif baştan savma azıcık da moral bulması için. "...boşver ablan gidince oda sana kalacak, yatağında da sen yatarsın" deme zahmetinde bulunduk tabi küçük bilmişten biz büyükleri dumur edecek cevap geldi "iki tane yatakta nasıl yatabilirim ki? iki yatağı napayım ben?"
Geçenlerde de "ben de ablamın yerinde olup, başkasının evinde uyumayı isterdim" diye açılımda bulunmuş cimcime.
Daha önce aramızdaki bir de şöyle bir dialog geçmişti
küçük kız: falancanın kızı filanca abla, bu yüzündekiler ne?
ben: sivilce
küçük kız: sen yüzünde sivilce var diye mi çirkinsin?
ben: !?.....

12.26.2010

mavi marmara'yı karşılamaya converse ile gitme rezilliği

Daha önce 1 mayıs'da Taksim'e ayağında converse ile giden komünist kızları gördüğümde iyi gülmüştüm. aynı istikrarsızlığı bugün ta kendim yaptım. Hayata güldüğün şey mutlaka başına gelir diye yorumlamayacağım bu saçmalığı, tamamen benim salaklığım. bir filmde "sistemi eleştirip onunla sevişiyorum" diyordu. İşte yaptığım tam bu. Amerikan kültürünün dayatması, en büyük sembollerinden olan converse ile Şehit Kanı bulunduram Mavi Marmara gemisini karşılamaya gittim. utanıyorum. hatta kolera'nın dediğini diyorum "tükürün yüzüme ateşim düşsün"
buraya kadar her şey normal ama daha önce yazılarımı okuyan anlar mutlaka bi bahanem vardır .bunda da sağlam olmasa da var. şöyleki Başka ayakkabım yok! yeni alacağım, günlük hayatta bile converse giymeyi istemiyorum,yeni ayakkabı alana kadar bununla idare etmem lazım! işte kapitalist düzenin yokluğu da böyle oluyor. Sago'm der ki; "yokluk içinde varlık çeksem de" işte durumum azıcık bunla açıklanıyor. böyle yokluk/varlık varsa tabi. Çift düşün yapabilirsiniz. kabul ediyorum sarılmaya deymeyecek bir bahane.
  Özeleştiriden sonra güne biraz değinecek olursam açıkçası duygulu anlar yaşamayı isterdim; ama hiç bir şey hissetmedim. İnsan unutkan, o şehitleri çoktan unutmuştum belkide. Ee bolluk anında da o geminin saldırıya uğradığı zamanki duyguları hissetmem zorlaşıyor. O zaman anılan Mavi Marmara lafzı ile şimdi anılan Mavi Marmara lafzı aynı heyecanı vermiyor. Yangının ortasında ateşin telaffuz edilmesiyle yağmurun altında ateş demek bir olmuyor. hele benim gibi unutkan ruhsuzlar için. Ayrca Ömer Karaoğlu'nun kurşun gazeli'ni okutturmasında az bir sesin çıkması, çoğunluğun katılmaması beni sinir etti. falan filan...
Allah'ın, İslam ümmetinin üzerindeki gaflet uykusunu kaldırması duasıyla...
Kurşun Gazeli
savaşa girdin kalbim bin yara aldı beni
ne denli acı varsa aradı buldu beni

seni bir bomba gibi taşımak bu göğüste
bir  Ebu Bekir kıldı bir Ömer kıldı beni

kurmak bize düştü bu kalbi sökülmüş çağı
buyruk en ağır yükün altına saldı beni

atıldık kurşun gibi kentin alanlarına
bir kaç put ve taş gördü birden irkildi beni

parça parça bir yürek delik deşik bir bağır
bir beş değil sevgili bin kurşun deldi beni

böyle çıktım alana ve yürüdüm yürüdüm
ne görebildi kimse ne anlayabildi beni

ve put alanlarından geçtim İbrahim gibi
bir savaş bildi beni bir eylem bildi beni...

..

güzel geçen günün ardından çöken
hüznün,
kursağımla bi alıp veremediği
olmalı...

12.21.2010

şeb-i yelda



bugün aralık'ın yirmi biri, yılın en uzun gecesi...
Diğer adıyla şeb-i yelda.
Tabii aramızda aşık olup, sevgiliden ayrı geçen ıstırap dolu her geceyi şeb-i yelda sayan yoksa,ki benim bildiğim aramızda aşık yok...
Bizim gibiler de işte aralık'ın 21 ile bu ıstırabı(!) zevke çeviriyor.
En uzun gece dedik de sakın ola prensin öpücüğüyle uyanacağınızı falan sanmayın,
sabah yine ya anne ya da çalar saat sesi kulaklarınızı öpecek, prensle aynı tadı vermeyecek...
(ilk video yükleme girişimim olacak bakalım becerebilecek miyim?)
edit: becerdim! şükür Rabbime

12.20.2010

Winter Passing


konu kimilerini için artık klişeden öteye gitmeyen, ama benim gibi aile dramı sevenleri için hala katlanılabilirliğini sürdüren cinsten. genç kızımız senarist- oyuncu olarak hayatını ifa etmeye çalışırken yazar olan babası ve annesinin mektuplarını basmaya çalışan bir editör tarafından bu monoton hayatına çomak sokulmuştur. Babasına mesafeli duran kızımız teklife temkinli yaklaşsa da işsiz kalacağım bahanesiyle kabul eder,serde ise çocukluğuma ineceğim masalı. Kızımız mazoşist aynı zamanda, yazar ebeveynlere sahip olduğundan onlardan göremediği ilgiyi büyüyünce oyuncu olarak tatmin etse de artık bağımlı acıyı kendine yaşatmadan duramıyor ki bu sahnelerde içiniz acıyor. sigara, kokoin acıya olan bağımlılığına rağmen kişilere ise bir türlü bağlanamıyor. Kişi dedim ama buraya kedisi de giriyor. Kediyle vedalaşma sahnesi ve akıbeti çok hoş bi sahne olmuş.
Babasının evine geldiğinde evde fotoğrafta gördüğünüz dev herifi görüyor ve tabi babasına çok yakın olan o sinir bozucu bilmiş kızı görünce,işte o zaman afiş anlam kazanıyor. Küçücük kızlarına ilgi göstermeyen bu ebeveyn bozması nasıl bu dev ve sinir bozucu kızla aynı çatıda yaşayabiliyor.
Gerisi bildik hikaye baba ile anlaşamama, sinirden gidip o deve sulanma, o saf adamdan cevap bulamama falan filan...Babanın intihar etmesi ile bütün sular ısınır,bir anda yılların kırgınlığı gider, mektupları götürmediği gibi şehre döndüğünde eski sevgili(!)sinden çiçek alır. yani dünya çocukluğumuza dönüp, çözülmemiş düğümleri çözmekle hayat 180 derece değişebilir, dünya aslında yaşanılabilir bir yer olabilirmiş saçmalığı.
Filmi izlememin tek nedeni Zooey Deschanel. Bu yönden tatmin de oldum, film onun üzerinden ilerliyor. Çekimleri de çok hoş bu nedenle ben izlerken sıkılmadım bunlar hatrına. 
Değinmek istediğim son konu ise zooey'in eline sigaranın hiç yakışmadığı. bir kadına sigara yakışmaz mı demeyin yakışmıyormuş gördüm valla.

the secret garden

(spoiler barındırır dememe lüzum yoktur umarım)
Hindistan'da yaşayan küçük Mary ailesi tarafından ilgiye eç olduğundan hiç güzel anısı bulunmadığından mıdır yoksa filmin amerikan yapımı olduğundan hindistan sempatizanlığına gerek duyulmadığından mıdır karar veremedim vatanını sevmemektedir. (daha baştan eksi veriyorum) ailesini depremde kaybedince ülkesini o hale sokan ingiltere'ye döner. İngiltere'de eniştesi bulunmaktadır, teyzesi öldükten sonra anormal tavırlar takınan bu adam küçükcük kızı karşılamaya gelmediği gibi hizmetçi de tren garından almaya geç gelir. ama minik Mary'nin bunlar pek de umrunda değildir, ailesini kaybettikten sonra bile ağlamasını bilmeyen duygusuz biri olarak bilinir, tabi daha sonra göreceğiz sevgi pıtırcığına dönüşüyor bu soğuk insan yavrusu.
eniştesinin malikanesinde de yalnızdır ve bir bahçe keşfeder oraya hizmetçi çocukla bir şeyler ekmeye başlar ve hayeller kurar. dahada sonra evde bir de kuzeninin bulunduğunu öğrenir ve bu kuzeni ile görüşülmesine izin vermedikleri halde görüşmeye başlar. bu kuzen çok ilginç bir tip, tam bi  hipokondriyak. bu kadarını da hiç görmemiştim.
Tabi ilerisi malumunuz bu kerata Mary kuzenini adam edecek, eniştesini yola sokacak kendi de ağlamayı öğrenecek... Filmin şöyle bir mesajı var ki içindeki potansiyel gücü bulmak için bir bahçe var, ve herkesin bahçesi var o da bu dünya! hadi enerjimizi bulalım tarzında pozitif enerji saçmayı amaçlamış benim gözümde ise saçmalamıştır.
Çocuk zırıltısını çekemeyecek bir yetişkin modundaydım belki izlerken bu nedenle beğenmedim. Görsel olarak çok iyi olsa da konusu bağlayamadı.
değinmek istediğim bir şey var ki Küçük Mary kast sisteminin en fazla nüfuz ettiği hindistan'dan geldiği davranışlarıyla o kadar gözümüze sokuldu ki sinirlerim ona da ayrı bozulmuştu.
kısacası vasatı aşamamış bir film. Yazıyı da isteksiz yazdım, b.k gibi olduysa kusura bakılmasın.

12.19.2010

ha,ha,ha hapşuu

Anne'ler hasta olmasın...
İşler kızlara kalmasın...
Evlerde sert rüzgarlar esmesin...
Şifa ver anne'lere Rabb'im...

12.18.2010

ilk ve tek gözcü'm

henüz takip edilecek bir yanım olmasa da "Rüzgar" tarafından gözlenmeye layık görülmüşüm. Çok sevindim. İlk gözcüm olması şerefine özel olarak kalacağını buradan ilan ediyorum (büyük şeref tarafımda özel olmak!) ve teşekkür ediyorum. tasarım acizi olduğum zaten belli olmuştur, ama yavaş yavaş öğreneceğimi umut ediyorum. "içimde patlamaya hazır bi bomba var" demeyi isterdim ama fazla iddialı olacağından korkuyorum. Kısacası efendim, size layık olmaya çalışmak isteyen ama beceren ama beceremeyen biri olacağım inşAllah. saygılar

taze turkcell kazığı

"değerli müşterimiz, 17 aralık 2010 itibariyle yuriçi her yöne kısa mesaj gönderme ücreti 50 kuruş olarak değişecektir"
yuh! insanı çileden çıkartmak için mi yapıyor turkcell bu hinliği henüz anlamadım,amacı buysa ulaşması yakındır. Kaç milyon kullanıcısından alacağı ah'ı hiç düşünmediği ayan-beyan ortada. Ulan adamlar avea'lı olmayanlara iyi davranın diye bizi madara etti, fasulye muamelesi görüyoruz toplumda. İnsan hiç mi müşterisini düşünmez? Sonra adım pintiye çıkıyor! çıkmasın da bu kazığı afiyetle mi yiyeğim. zorla mesaj kampanyalarına abone edecekler. Ben diyorum sistem/düzen yanlış, kapitalist düzen bizi bitirecek, proleterya(!) daha fazla bu yükü taşıyamayacak ve en büyük tehdidimiz ah etmek olacak. uff kına düzeni gibi bu telefonlara da karşı çıkıp terk etmek isterdim, telefonsuz, bir prangamdan kurtulmuş, tüketim toplumundan azıcık da olsa sıyrılmak isterdim ama... sistem büyük küçücük ellerimle onunla başa çıkamıyorum. bahane her zaman var ama ben fasulyeyim iyi davranın, bahaneci damgasını vurmayın. (aha da gör turkcell! ezik oldum). hee konuya dönücek olursak özlem tekin'e jingle yaptırarak gözümüze girme çabasına girişmeniz boşa, özlem jingle'ı albümüne koysun o ayrı mesele; ama asla konunun yönünü değiştiremez, kazık o kadar büyüdü anlayın artık! son olarak turkcell'e gelsin tüm AaHHHhh'lar

12.14.2010

aman da ne zor imiş burçak tarlasında gelin olması!

bu kına sesebiyle daha çok yakınacağa benziyorum.Gerçi bakılmasın yakınmış gözükmeme ne o kadar düşündüğüm var ne de düşündüğümde canımı sıkması. ama üzerime  bir sorumluluk yüklendi. Kına'nın müziklerinden mesul şahıs benim! bunu duyan arkadaşlarım "o evlenen arkadaşın iyi mi? Herhalde çok çaresiz..." söylenirken bir tarafta da bana bu sorumluluğu yükleyen gelin adayı arkadaşım var. İki tarafın hangisinin yüzünü kara çıkartacağım henüz belli değil ama umarım gelin adayı olmaz.
Şimdi bana güvenmeyen arkadaşlara hak veriyorum aslında.Ben ki hayatında 3-4 kına görmüş, kınada duyduğum şarkıların kiminden nefret ederken kimini de şaşkınlıkla dinlemekteydim. nefret ettiğim şarkılar tabii ki serdar ortaç ve demet akalın'ın söyledikleri. benim hazırlayacağım listede bu ve türevlerine yer yok. hadi belki çok ısrar edilirse belki ama inadım tutarsa hiç sokmam listeye. Şaşkınlıkla dinlediğim ise http://www.youtube.com/watch?v=TbPj8ekMZeI&feature=related  (aslında adam söylüyor da onu araştıramam şimdi) şarkıda öyle bi ifade var ki ar gelmeli! şok olmuştum duyduğumda.onca teyzenin arasında ayıp diye tek düşünen ablamla ben miyiz diye bakınca evet ar'ın tek bize geldiğinin farkına vardım. Anladım ki söz değil müzik önemli. bu nedenle serdar ve türevlerine katlanılıyor.
Tarz farklılığından kına şarkılarına yabancı olmamın yanı sıra çalmak istediğim şarkılar da pek kına ortamına uygun değil sanırım,bu nedenle seçimlerimi kısıtlamak zorunda kalıyorum. Şu konuda çözüme ulaşamıyorum ki gelini ağlatmak için o kadar uğraşanların oynama isteği aynı bünyede nasıl barınabiliyor. bu nasıl bi paradoks? bence hepimiz oturup ağlamalıyız. Hiç değilse kınanın sonunda herkes oturup damar şarkılar dinlemeli,söylemeli, ağlamalı, hınkırmalıdır. şimdi oynamaya müsait değil diye günün anlam ve önemini en çok ifade eden ezginin günlüğün'den bana bi koca lazım'ı nasıl çalmayayım? ya da monotonluk maratonu'nda hafif bi molaya girmek ya da yeni bi sapağa girmek demek olan evlilik arefesinde monotonluk maratonu çalınmaz mı? tamam, monotonluk maratonu kısmında abartmış olabilirim...
Serdar ve türevlerinden kaçarken ilginç şeyler bulmadım değil. mesela geceye kına yakılırken Barış manço'dan kınalar yakalım elimize diyen el salla şarkısını çalmayı düşünüyoruz. Ayrıca bülent ersoy'dan götür şarkısının geceye damga vuracak şarkılar arasında anıyorum.
ocak'ın ilk haftasında olacak kına için şarkı ve kıyafet arayışındayım yani şu sıralar çok ciddi olmasa da...

12.11.2010

çarklı düzen

ah şu kına!
yine kına sebebiyle düştüm avm yollarına. açıkça söylüyorum sıçayım bu kapitalist düzene, her bir çarkına, o çarkların arasında sıkışan hatta etten çark oluşturan bize...
ve bu tüketim sistemine... neyi daha ne kadar tüketeceğiz merak etmekteyim.
aynı avm içerisinde o kadar farklı fiyata sahip ürünler var ki bir mağazaya giren öbürküsünden önünden geçemiyor sonra sınıf sistemi oluşur tabii.
önümüze sunulan binlerce ürün ayrı bir dava! artık hiçbi şeyin değeri kalmıyor. nimete şükür nedir bilinmiyor. gözü doymayan insanoğlu bunca ürünle tahrik ediliyor.
tüm bunları saymamın, sayamadıklarımı içime atmamın sebebi belki de birkaç ürün beğensem de alamamam için farklı sebeplerim olsa da içimde kalmış olduklarındandır. uzanamadığım ciğere pis demekteyim belki de şuan ama umarım öyle yapmıyorumdur da bu düzen hakikaten rahatsız ediyordur.
bir de tüm bu varlık içerisinde hala bi şey beğenemeyen kararsız kalan türevlerim için de aynı kıllığı duymaktayım.
uff! sanırım bu düzene yenik düşeceğim. düzen benden büyük, onla başa çıkamayacağım. hatta bu tüketim toplumuna uyup kınada tarzım dışına çıkacağım :[ Allah'ım beni affet. kişiliğimi koruyamayacağım.
"tükürün suratıma ateşim düşsün!" kolera

kış kapıyı zorluyor

"şükür mevsim normallerine dönecekmişiz" derken kastımın bu günkü havanın olup olmadığından emin değilim. tamam baharı aratmayan havalar abartı kaçıyordu bu kışın başlarında ama bir günde bu kadar çabuk değişmesine de şaşırmadan edemiyor insan.
Sabah gözlerimi annemin zoruyla açtığımda "günaydın gece!" diye seslensem yeriydi. Aklıma hemen Sezai Karakoç'un "güneşi eksik kış" sözü geldi ve işte tamda bugün bu kadar anlam kazandı bu söz. bakılmasın yakınıyor gibi görünmeme aslında severim bu havalrı, ama soğuk bazen çok dokunuyor demeden de geçemiyorum.
şuan mesela kulağımda yağmurun sesi yerine http://fizy.com/#s/125nd8 bulunsa da şarkı bitiminde rüzgarın sesini duymak güzel. ah bi üçübiarada eksik!
şimdi sıcak yatağıma gireceğim ama dışarda yatanları düşünmemek ayıp olur. Allah evsizlerin yardımcısı olsun. ve son duam " Rabbim! ardımda unutulmaz bir yaz bırakayım da güneşi eksik kışı yaşamasam da olur, hatta yaşamayayım."

12.06.2010

طعم گيلاس


söze daha önce Cengiz Aytmatov'dan bahsederken değindiğim "tipik insan" kavramını Çıngız Ata'nın tanımladığı şekilde kullanacağımı belirterek başlamak istiyorum. Bu bağlamda İran sineması taktire şayan bir seviyeye erişmiştir. Tipik insanı çok iyi resmediyorlar. Kendi kültürlerinden kopmadan evrensel bir mesajları olabiliyor, genele hitap edebiliyorlar. Bu film de (kirazın tadı) bunu en güzel örneklerinden, intihar gibi evrensel bir sorunu kendi perdpektifinden bakmayı ve baktırmayı becermiş. Bizim sinemamızın da ilk kendi kimliğini oluşturup sonra dünyaya açılması dileğiyle diyerek filme geçmek istiyorum.
konuya değinmeden evvel kameraman mı görüntü yönetmeni mi artık bilemiyorum, kim kamerayı o doğru açılara yerleştirdiyse helal olsun diyorum. kamera sadece hafif kaymalarla film boyunca arabayı takip edebiliyor. bu yönden çok başarılı buldum filmi.
filme gelecek olursak baştan söyleyeyim ki içeriğinden bahsedeceğim,sonra sonunu ne diverdin denilmesin. ameleler diyarında arabasıyla gezinen Bedii Bey'in ne istediğini anlayamamamızla film başlıyor. tüm amelelerin gözü de kamerada. tabi izleyici bu sırada binbir türlü kötülük düşünebilir, hakkıdır. en sonunda bi askeri arabasına alır ve onunla diyalog kurmaya uğraşarak amacına ulaşmak için onu bi nevi kullanır. ama karşılığını vereceğini söylemektedir. Amacı da akşam gireceği çukurdan sabah sağ çıkamazsa üzerine toprak atacak birini bulmak. askeri ikna için türlü laflar işe yaramıyor tabii. burada "Şarkın hamuru dinle yoğrulmuştur" dan ziyade bence insanlık yatmaktadır. bir insan kendini öldürmektedir ve siz de ona yardım edeceksiniz, suçuna ortak sayılabilirsiniz. üzerine yoprak atacak biri bulunmazsa belki intihar etmeyecek kadar işi ilerletmek istemiyorum ama işin ucunda bir ortaklık olduğunu da inkar etmiyorum. yani askerin teklifi kabul etmeyişi vicdan sahibi olmasından kaynaklanıyor. Yalnız askerle sürdürülen diyalogda kürdistan'ın varlığından bahsediliyor ki benim gibi ırkçılıktan uzaktan yakından alakası olmayan birini bile sinir etmeye yetti.
askerin arabayı terk etmesinden sonra Bedii bey arayışlarına devam eder ve yalnız bir bekçiye takılır. burada ilginç bir replik var Bedii:"ne kadar güzel bir manzara", bekçi." güzel mi  toz topraktan başka birşey yok" bedii:"toprağın güzel bir şey olduğunu düşün müyor musn? bütün güzel şeyleri bize tooprak verir." bekçi:" öyleyse sana göre bütün güzel şeyler toprağa geri döner". İşte Bedii beyin üzerine toprak atacak birini araması, toprağa bir kutsallık yüklemesi intihar kararının ciddiliğini gösteriyor. Daha sonra bekçinin ilahiyatçı dostunu seçip bu sefer onu çukurun başına götüren Bedii daha baştan nasihat istemediğini sadece yapıp yapmayacağını öğrenmek istiyor.Tabii ilahiyatçı tebliğinden geri durmuyor ama başarılı olduğu söylenemez. Yalnız burada Bedii bey intiharı öyle bi tanımlandırıyor ki sözlüklerdeki tanımları unutun, silin yerini bunu yazın demeden geçemedim şöyle ki: "hayatı Allah’ın verdiğine ve uygun gördüğünde onu alacağına inanıyorsun,fakat insanın devam edemeyeceği bir an gelir. tükenmiştir ve harekete geçmek için Allah’ı bekleyemez. o yüzden kendisi, harekete geçmeye karar verir. o an, intiharın adlandırıldığı zamandır. o zaman "intihar" sözcüğünün, sadece sözlüklere konulsun diye bulunmadığını kavrarsın, o eylemsel bir uygulama olmak zorundadır..." ondan sonraki mutsuz olmanın da büyük günah olduğu çıkarımını beğendiğimi söyleyemeyeceğim.
Bu kapıdan da boş dönen Bedi bey, şantiyeyi incelliyor, taşların sertçe düşmesi gölgesinin üzerine düşmesi, işte bu sahne intihar etmek isteyen bir adamın yaşadığı dilemmayı çok iyi anlatmış...son olarak  arabaya tahnitçiyi alıyor ama biz muhabbetin başını görmüyoruz. İşte bu adam taklifi kabul ediyor ama sabah çukurun başına gittiğinde bedii beyi uyanık görmeyi dileyerek, ayrıca biraz geveze olduğundan sebebini öğrenmek, yardım etmek de istiyor. Konuşma ilerledikçe bu amcanın da intihara niyetlendiği bi sebepten vazgeçtiğini söylüyor ve etkileyici olacağına inandığı hikayesini anlatıyor. Düşüncelerini değiştirdin mi sorun devam etsede ana sorun gözüyle bakılmadığına, yeryüzündeki herkesin derdi olduğunu ama herkesin intihar etmesiyle kimin kalacağına dikkat çekiyor ve araya bi Türk doktora gitmiş vücudunda dokunduğu her yerin ağrıdığından yakınmış, check up yapılmış parmağı kırık çıkmış fıkrasıyla bizi bizden alıyor. Bildiğin Temel lan bu diyorsunuz. Ardından iknay devam ediyor ki tıpkı Bedii beye farklı yoldan götürdüğü gibi ona yaklaşımı diğer arabaya binenlerden farklı olduğunu daha iyi anlıyordunuz. "sabah uyandığınızda hiç gökyüzüne baktınız mı? şafakta güneşin doğuşunu görmek istemez misiniz? ...Siz Ay'ı gördünüz mü yıldızları görmeyi istemez misiniz?... Tüm bunlardan vazgeçmek mi istiyorsunuz? her şeyi bırakmak mı istiyorsunuz? KİRAZIN LEZZETİNİ bırakmak mı istiyorsun? Yapma!" ve ardından türçe türkü söyleyerek bizim için bombayı patlatıyor. "Azizim uçtum gel, dost bağına düştüm gel,yahşi günün kardeşi, yaman güne düştüm gel"
Çok uzattığımın farkına varıp gerisini kısa kesmeye çalışıyorum. İşte tüm bu derslerden sonra "yanan ışıklarını kaplayacak kadar karanlığı"(sagopa'nın sözüdür) bulunan bedii bey bir an için yanan ışığa yöneliyor ama karanlıkta kalmayı dileyerek karanlığını büyüterek ve unutulmaz bir sahne yaşanıyor. Bedii bey hayattan çıkmak üzereyken arkasına bakma gafletinde bulunuyor. buna gaflet diyorum ama biliyorum ki yaşama dürtüsü en büyük dürtü olarak adlandırılıyor. ama beni her zaman sinir eden intihar etmek isteyenlerin sonradan hayata bağlanmaya kalkışmaları, veronika da bunu yapmıştı. belki de intihar gizli tutkum olduğundan onların eline böyle bir fırsat geçtiğinde değerlendirememelerine kızıyorumdur.
son olarak gece Bedii beyevini geri gelecekmiş gibi terkeder. taksiye atlayıp çukurun başına gider. tabiat sanki onun derdine ortak olmuşçasına kendini gösterir. Bedii bey çukura yatar, her yer karanlıktır, bedii nin içi gibi ama bir şimşek yanar kısa süreli bir aydınlıkta bedii'yi görürüz gözleri açıktır. bir dahaki şimşekte ise gözleri kapalıdır. Biz tam artık karanlığa gömüldü derken yağmurun narin sesi duyulur, umut kesilmez. ama o da nedir? birden ekran amatör kamera çekimi ile askerlerin marşına şahit oluruz. Bedii bey de elinde sigara ile ortalıkta, kameramanların arasında gözükür. biz de bi dakika ya deminden beri bir kurgunun içindeydik bi anda noldu desekte yönetmen "ben baştan beri kameraya aval aval bakan amelelerle bu ortama gönderme yapmıştım. Film bu!" diyerek bizi şoka sokar. çaldığı müziğin ise atrı bi şok etkisi vardır.
Film muhteşem ama en az film kadar muhteşem olan bi şey varki filmi neredeyse tek başına yürüten Homayoun Ershadi. 40 yaş adamlarının ne kadar karizma olabileceiğinin canlı örneği, Her güzel şeyin toprağa gideceğini söylerken filmde ona hak vermemek elde değil.

12.05.2010

exam

(spoiler bol miktarda bulunur) son zamanlarda sıkça ismini duyduğumdan izlemeye başladığımda çok ümitliydim. bir yere kadar beklentimi karşıladı aslında. hatta cevabın bilinmesi sahnesine kadar gayet iyi ilerlemiştik de ondan sonra öyle bir çakılıyor ki film sonrası bu düşüşün etkisi kalıyor sadece (tamam sadece diyerek biraz abarttım). tam bir klişe ile sonlanıyor.
başlarına değinmek gerekirse sekiz sınava tabi tutulan kişinin yanında bir tane de muhafız bulunuyor ki tek mekanda geçen bir film için kalabalık sayılmazlar. işte bu kadar az kişiyle ve tek mekanda böyle güzel ilerleyen film olduğundan takdiri de haketmiyor değil. (bu arada oldum olası tek mekan filmlerini ilgiyle izlemiş ve beğenmişimdir.) sorulan soruya cevap ararken birbirleriyle girdikleri diyaloglar sayesinde yanıta yaklaşacaklarını sanıyorlar, yani bir takım işi yapma peşindeler. tabii bu akımın öncüsü siyahi adam,onun planına çomak sokan da her daim olduğu gibi beyaz adam. beyazın birliği bozmasıyla film heyacan kazanıyor. yalnız değinmek istediğim bir şey var ki hintli'nin Gandhi lakabını kabul etmemesi tam bir utanç tablosuydu, gandhi'nin kemikleri sızlamıştır. pasif direnişin (!) sembolü olduğundan mıydı o reddiye anlayamadım.
sonuna gelecek olursam soruyu bilen kızımızın görevinin ne olduğunu sorgulaması ve insanlık için çalışacağını öğrenmesi ve bunun üzerine işi kabul etmesi, varlığım insan ırkına armağan olsun klişesi ile neye uğradığınızı şaşırabilirsiniz. daha demin o insanın hırsına yenik düşmesi sonucunda ne b.kluklar yapacağını görmüş olan kızın nasıl oldu da" ben bu insanlık için mi bi şey yapacağım?" demedi şaşırmadım değil.
Ayrıca filmi aptal sarışın(!) ithamından sıyrılmak için bir çaba olarak da algıladım.

12.04.2010

"Diretme, olmaz bu elbise bana"

yakın bi arkadaşımın, yakın zamanda düğünü olacağından ve ben de hazırlıkları son günlere bıraktığımdan iki ayağımı bir pabuca sığdırma gayretine bile hala girmemiş bulunarak, geniş insan motifi işlemekteyim. bir kaç mağaza gezmeye kalkmadım değil ama gezdiğim günlerde hiç modumda olmadığımdan alıcı gözüyle hiç bakamadım. yalnız bir mağazada bi elbise gördüm ki alıcı gözüyle bakmasamda dikkatimi celbetti. tabii fiyatı tuzlu olunca geri koyma mecburiyetinde hissettim kendimi. zaten tarzıma uygun da değil diye bir de bahane icat ettim ve sanırım bunca yıllık tarzımı bozmama kararı alacağım yakında, dolayısyla abiye/ şık elbiseler beni bozar. son başlığın sahibi olan metropolis adlı grubun makine şarkısından gelsin. bu kına düzenini reddediyorum. "Diretme, olmaz bu elbise bana, Makinen değilim ki ben senin, İmajın değilim ki ben senin, Soytarın değilim ki ben senin"